14 Temmuz 2012 Cumartesi

MONACO - MONTE CARLO



*Arzu'nun gözünden:*

Nice'den sabah saatlerinde trene binip yaklaşık 20 dakikada Côte d'Azur bölgesinde bulunan Monaco'dayiz. "Yaklaşık," olarak diyorum, çünkü Fransız demiryolları saat konusunda tamamen fiyasko. Hollanda, Belçika ve İtalya ile kıyaslandığında Fransa'nın dakiklik kavramı kocaman bir sıfır... Bunun yanında İstanbul'un metrobüsünü aratmayacak kadar dolu. Oldukça da pis. Sonuçta hınca hınç dolu bir trende, üst üste bir şekilde Monaco'ya doğru yol alıyoruz.

Dağın altına kazınmış bir istasyonda iniyoruz: 
Monaco'dayiz... 

İstasyondan çıkınca dakika 1 gol 1: Muazzam bir yat limanı karşılıyor bizi. Zenginliğin dibine mi vurmuşlar ne? Paralel bir evren var da onlara mı çalışıyor ne?

İç sesim: "Sen buna kısaca zenginin malı züğürdün çenesini yorarmış hesabı desene?"

Yok öyle bir şey... Çenem yorulmaz benim.

Paralel evrene hosgeldiniz!!
Evler desen ev degil (!)
Yatlar desen yat degil (!)
Arabalar desen ne çoğunlukla ne Porsche ne Ferrari (!)
Arabalardan inenler ise bu dünyadan hiç değil (!)

Yudum'un iç sesi: "Ama deniz bildiğimiz Akdeniz."

Bolca turist, bolca fotoğraf makinesi, bolca insan... Birileri yaşarken, birileri -biz de dahil- sadece seyirci olarak oradayız. İnsan kalabalığı olarak oraya ait değiliz; oralı değiliz. Bizi kendi içine almayan bir yer burası. Onlar bize yabancı, biz onlara. Arada araf bile yok.

Arzu'nun iç sesi: "Ne bekliyordun? Kırmızı halı mı? 'Ooooo Arzu ve Yudum Hanımlar da buradalarmış' demesini mi?"

Yahu bi sus...



Başka bir gezegendeyiz sanki. O kadar başka. "No limit" filminde olduğu gibi bir kafa mı yaşıyorlar acaba bu insanlar? Allah daha çok versin, gözümüz yok ama işte anlamakta da zorluk çekiyoruz galiba. Dünyanın hali ortadayken, buralar gerçekten başka bir kafanın yaşandığı yerler. Ama bizim gibilere -ki çoğunluğu oluşturuyoruz aslında bu dünyada- giriş izni yok sanki.

Arzu'nun iç sesi: "Bakalım mutlular mı?":)

Yahu dalga geçme bee... 

Dış ses: "Çok malda, çok haram vardır."

İşte şimdi oldu. Sen de geldin tam oldu...

Neyse, sonuçta gezdik-gördük-fotoğrafladık... Tarihini, geçmişini bilmemiz başka bir şey, ama sonuçta bize kalan özellikle "Yok artık bee!" hissiyatı.




*Yudum'un gözünden devam edelim:*

Monaco'yu biz Prenses Stephanie'nin yaramazlıklarıyla tanımıştık ilk. Kendisinin adını otobüs durağı adı olarak gördük:) Bir de meşhur Monaco Grand Prix'i var ki bizim ilgi alanımız olmasa da 'iyi' bir şey olsa gerek:))

Arzu'nun iç sesi: "Yapıldığı yer muhteşem."


Gelelim Monte Carlo'ya...Grand Casino'ya girince sağlı sollu kroşeler yiyorsun. Bu nasıl bir şatafat, nasıl bastan çıkarıcı! Çıktık mı baştan? Tabii ki hayır! Salonun giriş katını turistlere ayırmışlar. Zaten fotoğraf çekmek yasak. Ama dijital çağ başlamış. 

Filmlerde gördüğümüz o güzelim kollu slot makineler gitmiş, anlamsız konsol oyunları gibi bir şeyler gelmiş. Krupiyeler de artık kağıtları artistik karmıyorlar; makineler yapıyor o işi.

Son noktayı koyan ve "Hadi artık gidelim" dedirten olay: Murat 134'ünden (bir Porshe modeli) inen ve Casino'nun kapısında karşılanan 'canlı' oldu. Canlı diyorum zira o insansa ben neyim !!!:))))

Yudum'un iç sesi: "Monaco beni bozdu galiba."

Dış ses: "Eee bu sefer hiç tarihinden falan bahsetmediniz?"

Yok, bu sefer biraz da sen aç, bak, oku, öğren...




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder