6 Temmuz 2012 Cuma

ANTWERPEN (Antwerp)

Her yerde kolayca uyuyabilen insanlardan olmak işleri genelde kolaylaştırır degil mi? Bakalım bu sefer öyle mi...

Amsterdam'dan Brüksel'e gitmek için 3 saatlik tren yolculuğunu yemyeşil manzarayı, muntazam dizilmiş evleri izlemeyi ve yol müziklerimizle yol almayı planlayip, ama ne yazık ki uyuyakalan ve birden bizi yerimizden zıplatan anonsla uyanıp, diğer yolcuların apar topar trenden indiklerini farkedip, "geldik" hissiyatıyla trenden inen, ama yanlış yerde indiğini az sonra anlayıp trenin ardından melul melul bakan iki gezgin biziz. Gülme... Sana hiç olmadı mı? Nerdeyiz peki? Antwerp... Büyük ressam Rubens'in şehri... Yahudilerin ellinde bulunan elmas ticaretinin merkezlerinden biri olan şehir... Dünyanın en büyük hayvanat bahçelerinden birinin bulunduğu şehir... Ancak ben hayvanat bahçelerinden, sirklerden, yunus evlerinden hiç de haz almadığım için bu gibi yerler bana göre değil. Neyse, biz evrene burada olduğumuz için kocaman bir "eyvallah" diyerek önce Brüksel'e tren saatlerini öğreniyor ardından turizm danışmadan aldığımız şehir haritasıyla yola çıkıyoruz.

Antwerp... Çok keskin küf kokulu ("o neydi bee" hissiyati) ama muhteşem güzellikteki garından çıkıp, birden nereden geldiğini bir türlü anlayamadığımız mis gibi çiçek kokuları arasında yürümeye başlıyoruz. Gerçekten bak bu çok güzel oldu işte:)

Bir şehir en iyi yürüyerek geziler. Dar sokaklarına girilir, meydanlara dalınır, kaybolunur, kalabalığa karışılır... Biz de bunları sık sık yaşayanlardanız.

3 katlı ve her katından trenlerin geçtiği tarihi istasyonundan çıkıp, en ünlü caddesi olan Meir Straat üzerinde 20 dakika yürüdükten sonra yapımı 200 yıl süren gotik şahaseri "Onze-Lieve-Vrouwekathedraal" (Cathedral of Our Lady) ile buluşuyoruz. Her yer kalabalık, bisikletliler Amsterdam'da olduğu gibi burada da çok fazla. Sağa-sola dikkat edin derim...

Katedral'in büyüsünü üzerimizde hala hissederek meydanda dinleniyoruz. "Grote Markt" (Büyük Meydan) en ünlü meydanına ilerliyoruz. Etrafta dolaştıktan sonra şehrin tek opera binası olan "Bourla" bir sonraki durağımız. Eylül'de perdeler açılsa da en azından içini gezip, restaurantta birşeyler yiyip içiyoruz. Lezzetli yemekleri, hoş pastaları, şık insanları ve nazik garsonları ile güzel bir mekan olarak anılarımızda yer alıyor.

Piyangodan çıkan bu güzel şehre "hoşçakal" diyerek 45 dakika sürecek Brüksel yolculuğumuza başlıyoruz...

Dip not: "Snatch" filminde Turkish, tüm elmasların geldiğine inandığı yer olarak buradan mı bahsetmişti ne?;)

-Arzu-


4 yorum:

  1. sen 'melul melul bakan' derken ben fena gülüyordum, sorry :)

    YanıtlaSil
  2. oh efendim ohh..
    baya güzel gidiyor gördüğüm kadarıyla. allah bozmasın, ne diyim. gözümüz yok diyemeyeceğim ama. malum ben dayanamam seyahat konusuna..

    birazda gece hayatından bahsetseydiniz ya, haşhaşlı keklerden filan..
    olmamış.

    lahanaların şehri brüksel'e kısmet artık..

    namaste

    YanıtlaSil
  3. Sevgili Mustafa, iste senin gibi gezginlerin
    gulecegini bildigimiz için bosuna "gülme" demiyoruz;)
    Neyse ki çok sık tren var Antwerpen-Brüksel arasında.
    Gidecekler varsa "No panic":)) Ve Uğurcum, bizleri tanırsın. Geceler
    de bizim:) you understand, honey;)

    YanıtlaSil
  4. Dip not: yurtdisindayken blogu telefonlarla yazdığımız için ufak tefek aksaklıkların kusuruna bakmayın. Mesela fotografını koyup da bilgi vermediğim bir gökdelen var orda. İste bu gökdelen 1932 yılında yapılmış olup o zaman için Avrupa'nin ilk gökdeleni. Haydi iyi geceler diyip geceye devam;)

    YanıtlaSil