29 Kasım 2012 Perşembe

POMPEİ


Yudum'un gözünden:

POMPEİ : Çocuk Kent




Bazı kentler vardır; adımını atar atmaz kusar seni. Turistlik başa beladır, gezginlik daha fena. İnat edersin, sevsin istersin seni, hoş geldin desin istersin deniziyle, dağlarıyla yahut bulutlarıyla…sevmek istersin…olmaz…kalmak istemezsin, kalamazsın da fazla…Bir kente varışın daha ilk saatlerinde, bir an şöyle bir durup,etrafa bakıp, “ne hissediyorum” diye sorarım. Bir andır bu…kısa bir an, tüm cevapları içinde barındıran.  Ve içimde ne varsa tüm zamanına yayılır o kentin…




Sevgili dostumuz  Antonella ve Michele ile Napoli’nin en girilmez sokaklarına girip, meydanlarında soluklanıp, sahilinde keyif sürüp, tüm İtalya’nın en güzel pizzasını yedikten sonra Arzu’nun deyimiyle ‘bıçkın delikanlı’ Napoli’deki üçüncü günümüz (Napoli’yle ilgili yazı yakında gelecek J). Bir seçim yapmamız gerek:  Pompei ya da Capri Adası. Seçimimiz: Pompei.


Napoli’de yerel trenle yaklaşık 25 dakika süren yolculuktan sonra, Temmuz sıcağında sabah saatlerinde Pompei’ye  varıyoruz. Günün tamamını buraya ayırıyoruz J  
Sevdiğim şehirlere “varıyorum”…sevmediklerime sadece “gidiyorum”. İnsanlarla da böyle değil mi aslında?


Sordum: Ne hissediyorum?
Bildim: Hüzün… ama öylesine bir hüzün değil, esinti gibi… Çocuk hüznü bu…geçmeyen, kalan bir şekilde… MS.79 da Vezüv’ün külleri altında kalan insanlara duyulan acıma değil. 

Birilerinin ‘sapkınlık, zenginlik ve şımarıklık’ içinde yaşayan Romalılara reva gördüğü bir yok oluştan dolayı da değil. Hem kime, neye göre sapkınlık???  Birden aklıma 17 Ağustos ve daha yakın tarihli Van Depreminden sonra yapılan gafil yorumlar geldi…Neyse…

Çocuk hüznü bu…MS. 79'dan çookk daha öncelerini hatırlayan bir çocuk var…MÖ 5000 yıllarında kurulmuş bir kent burası çünkü…Vezüv’ün  üstünden geçen bulutları, sırtına kurulu villaları, bağları, bahçeleri,seraları, limanı, sokakları ile yaşamış,nefes almış bir kent burası. Pompei sadece lav altında kalmış bir kent değil…Daha fazlası…bundan daha fazlası… Belki de binlerce yıl derinlerde öylece kalmış insanları, evleri, dükkanları ve sokaklarıyla “yaşayan” en antik kent…Ve ben bu yaşımda, o kentin tüm sokaklarını, köşebaşlarını, kuytularını,gizemlerini bilen küçük bir çocuğum ve çıplak ayaklarımla dolaşırken ağır ağır, ruhum limana doğru koşuyor…Çocuk ömrüm orada geçmiş sanki…Sanki bu hüzün çocukluk aşkınızı  yıllar sonra gördüğünüzde tanıyamama hali vardı ya, hayat kalmıştır üstünde, vayy be dersiniz…işte öyle bir şey…çok güzel bir kentmiş burası, kül ve aşk kalmış üstünde…Ve tabii ki bu aşk görünür hala kalbiyle bakanlara, Gizemler Evinde, Aşk Evinde, villalarda, dükkanlarda, hamamlarda, anıtsal binalarda, heykellerde, taban mozaiklerinde, ve Dünya Resim tarihine geçen ‘Pompei Kırmızısı'yla güzelim fresklerde… 

Pompei, bir çocuğun gözünde Kül ve Aşk hala…
















Arzu'nun gözünden:

Aslında Genç Pliny'nin gözünden demeliyim...

Vezüv'ün patlaması ve ardından gelişen trajik olayların tanığı olan Genç Pliny'nin kurtulduktan sonra Tacitus'a yazdığı mektuplar sayesinde 24 Ağustos günü neler olduğu hakkında daha net bilgilere ulaşılmış. Bu mektuplardan Pompei halkının tamamen hazırlıksız yakalandığı, daha önceden de çok sık meydana gelen depremlere insanların alışık olmasından ve bu depremlerin insanlar arasında olağan karşılanmasından dolayı Vezüv Yanardağı'nın patlamasından hemen önceki depremlerin volkanik aktivitelerin başlamasına bir gösterge olduğunu algılayamadıkları anlaşılıyor. Bu yüzden de hiç bir önlem alamadıkları ve zamanında uzaklaşamadıkları biliniyor. İronik olan ise o zamanlarda Romalıların geleceği tahmin etme konusuyla oldukça ilgili olmaları. Ancak sonuç ortada... 




24 saatten fazla süren patlamalar ardından 200.000'den fazla insanın hayatını kaybetmesiyle son bulan bir zamanların ticaret, dinlenme ve eğlence şehri olan Pompei'yi bu hislerle dolaşıyorum. 

Katılaşmış kül yığınları arasında kalan insanlar, hayvanlar, eşyalar, koca bir şehir... 

Zamanın o an'da asılı kaldığı ana yollar, sokaklar, bahçeler, dükkanlar, hamamlar, genelevler, tapınaklar, villalar...

Sessizlik.



Şimdi fotoğraflarla baş başa bırakalım sizi...



(Gizemler Evi)



(Sokakların ortasındaki bu koca taşlar, yağmur yağdığında sokaklardan akan pis suya basmadan 
insanların karşıya geçmelerine olanak sağlıyormuş.)


(Gizemler Evi)

 (Gizemler Evi)

 (Gizemler Evi)


 (Gizemler Evi)



 (Fırın)




 (Genelev)


 (Forum)










Antonella ve Yudum :)

21 Kasım 2012 Çarşamba

FLORANSA



Kelimelerin kifayetsiz kaldığı Avrupa’nın en güzel coğrafyalarından birinde varlığını sürdüren güzelim şehre yağmur yağarken girip, mis gibi bir hava ve su içinde kalmış ayakkabılarımla varırken, Yudum’da bir şey yok. Benim halim perişan. İki kez zatürre geçirip, ikincisinde ölümden dönen bende panik havası. “Hemen hostel’e varmalıyızzz,” nidalarıma otobüs yetişiyor. İlk ve son kez otobüse o zaman biniyoruz, çünkü bir şehir en güzel yürüyerek dolaşılır zihniyetindeyiz hala.  Yarım saat sonra sırt çantamda yedek çorap, yedek giyecek, kamera, su, atıştırmalıklar, harita, defter, kalemle hostelden çıkıp yollardayız. Yudum’da fotoğraf makinesi ve su… 

 Peki nasıl bir şehir burası?

Kendini diğer İtalyan şehirlerinden, Floransalıların da haliyle kendini diğer İtalyanlardan farklı görerek yaşadığı en zarif şehir. Gerek yaşam kalitesi, zenginliği, kültürü, görünüşleri gerekse gastronomik çeşitliliği ile bu farklılığı inceden inceye değil alenen gösteren şehir. Güzel olan ise bunu göstermek için özel bir çabası olmayıp; zaten bu meziyetlerin kendi üstüne cuk diye oturduğu şehir. Toscana bölgesinin en büyük kentine de zaten bu yaraşırdı diye söyleten şehir. Rönesans devrimiyle birçok bilim adamı, sanatçı, düşünüre ev sahipliği yapmış şehir. Dante, Machiavelli, Michelangelo’nun doğduğu şehir. Özellikle Medici ailesinin yönetimindeyken Botticelli, Leonardo da Vinci ve Michelangelo’nun eserlerinin toplanarak muazzam bir koleksiyonun oluşmasının sağlandığı şehir. Pinokyo’nun da memleketi olan şehir:) Ve ve ve tabi ki “Dolce Vita”nın dibine kadar yaşandığı şehir.

Rönesans kent dokusunun bu kadar güzel korunduğunu görmek bir an İstanbul’u düşünmeme ve acı acı gülümsememe neden oluyor.


Biz neler gördük ve ne tavsiye ederiz? (nacizane, hep nacizane…)
  • "Davut" Heykeli : Galleria dell’Academia’daki sıraya aldırmadan gir kuyruğa ve dünya gözüyle Michelangelo’nun “Davut” heykelini gör derim. (Dip not: İçeride fotoğraf çekmek yasak olduğundan çekemedik. Internet'ten bakınız fotoğraflara...) 














      Doumo, Santa Maria del Fiore: Floransa’nın sembolü olan ve dünyanın dördüncü büyük katedrali. Vaftizhane’deki bronz kapılara dikkat. Bu muhteşem kapılar, “Cennetin Kapıları” olarak adlandırılmış olup Lorenzo Ghilberti tarafından yapılmış. Üzerinde muazzam güzellikte figür ve süslemeler göreceksin. Ayrıca Michelangelo, bu kapıları Rönesans’ın başlaması olarak kabul etmiş efendim.

    • Basilica di San Lorenzo
    • Palazzo Vechio:Bu devasa saray, Medici ailesinin devlet binası olarak kullanılmış. Yine burada da upuzuuuun bir sıra seni bekliyor. Onların yaşantısına bir gözcü gibi giriyoruz. Uzaktan, hep uzaktan, hep bir yabancı, hep bir izleyici olarak kalan insanlardan sadece ikisiyiz.
      •   
    • Galleria Degli Uffizi: Şu ana kadar gördüğüm en güzel müzelerin başında geliyor. Rönesans dönemine ait birçok eserle karşı karşıya kalacaksın. Gözlerin ve ruhun bayram edecek. Tabi ki giriş sırası burada da uzun. Değer mi? Kesinlikle.
    • Basilica Santa Croce
    • Ponte Vecchio: Bu köprü 2. Dünya Savaşı bombardımanında yıkılmadan kalan tarihi tek köprü.
    • Palazzo Pitti: Saray ve müze
    • Casa di Dante (Dante’nin Evi)
    • Piazzale Michelangelo ise şehri tepeden görmeni sağlayacak.

























    Floransa'nın diğer İtalyan şehirlerinden daha pahalı olduğunu belirtmem lazım. Piazza Pitti yani Pitti Meydanı'ndaki market bu anlamda çok işimize yarıyor. Özellikle meyvesiz duramayan benim için oldukça cazip bir yer. İkinci akşam 
    Piazza Pitti'deki bu marketten aldığımız çeşit çeşit İtalyan peyniri yanına mis gibi İtalyan şarabı açıp (kadeh olmadığı için ne yazık ki plastik bardaklara servis yapıyoruz) diğer insanlar gibi Piazza Pitti'de yayılarak iki saat geçirdiğimizi söylemeden edemeyeceğim:) Biri "dolce vita" mı demişti en başta? :) 










    Üç gün kaldığımız Floransa'da yukarıda saydığımız yerler dışında her sokağa adım atıyoruz. Şehir zaten çok büyük değil. Birinci günün sonunda haritasız dolaşıyoruz, ancak Toscana yemekleri yanında şarabı biraz fazla kaçırdığımız son gece yollar fena karışıyor ve hostel'e iki saatte varıyoruz. Bu Rönesans şehrine tekrar gitmek ister miyiz? Kesinlikle...

    (Arzu)

    3 Kasım 2012 Cumartesi

    ROMA

    “Roma’da 4 gün” diye başlayan bir film hayal ediyorum. Eminim o dört günde karakterlerin başından bir ömürlük olay geçerdi. İtalya’dasın yahu. Aşksa aşk, romantizmse romantizm, kültürse kültür, şarapsa şarap. Amma bu dört günde 12 saate yakın yol yürüyen bünyede hangi birini görmeye/yaşamaya/solumaya zaman kalır diye sormazlar mı adama? (Harbiden Yudum ne yürüdük be…) Demek ki Roma’ya bir kez de aşıkken gelmek lazım deyip film kıvamına yapış yapış bağlayayım.


    Uçak yolculuğumuz sonrası Roma Termini Tren İstasyonu’ndan çıktığımızda hava hafiften kararmış. Termini’ye ulaşıp yaklaşık beş dakika uzaklıktaki hostelimize kendimizi ve kabin boyu bavullarımızı atıp bir an önce Roma sokaklarına dalmak istiyoruz. Her sokaktan tarih fışkırması, üzerimize serpintilerin gelmesi ve bundan asla ama asla korunmak istemeyen halet-i ruhiyemizi de yanımıza alıp yürümeye başlıyoruz.

    Bizi ilk karşılayan elbette Roma İmparatorluğu ve Vatikan’ın tarih içindeki güçlü, kudretli, ağır, tok, ihtişamlı, estetik ve ezici havası oluyor. (Dip not: Vatikan’dan daha sonra bahsedilecek efendim.) Tarihi kendi avuçlarında tutmayı bilmiş, kendine güvende son noktaya ulaşmış bir şehir Roma. Ancak bu eski önemini herhalde artık yalnızca turistik açıdan yaşayan bir ruhu kalmış…
    Zamanında faşizmin çok canlar yaktığı ülkenin başkentinin devlet binalarını gözünüze gözünüze sokmaması pek bir hoş.

    Şen İtalyanca ile gün başlayıp gün bitiyor.


    Vızır vızır Vespa’lar hangi birimizin içinde bir İtalyan film karesinin önde gelen bir karakteri olmaz ki? Alfa Romeo önceliği alır tabi. RespectJ

    Mavi gömlek ve takım elbisenin bu kadar çok yakıştığı erkekler diyarı mı olur? Olur. Burada. Kırmızı ayakkabı ve siyah mini elbiselerle, Vespa’larına taktıkları evrak çantalarıyla, kasksız asla sürmeyen ve hızla giden güzel kadınlar bu kadar çok mu olur? Olur. Onlar da burada. Diyeceksin ki fotoğraf yok mu? Seni hayal gücünle baş başa bırakmayı uygun gördüm;)

    Yaşadıkları yerin özelliklerini taşıdığına inanırım insanların. Şehrin estetiğinin ve insanların doğduklarından itibaren buradaki güzelliklerle çevrili olmaları, onların kılık-kıyafetlerine, yürüyüşlerine, yemeklerine, muhabbetlerine eşlik ediyor. Kısaca çirkinlerine bile yansıyan bu muazzam estetik anlayışın doğal bir şekilde her yeri kuşatan havasını soluyorsunuz. Ciğerleriniz bunun şaşkınlığı yaşayacak; dikkatJ

    Garsonundan, çöpçüsüne, şoföründen, devlet memuruna herkesin taktığı kocaman, yüzün yarısını kaplayan –tabi ki- İtalyan marka gözlüklü insanlar… Burada.

    İstanbul’un karmaşa ve koşturmacasına alışmış olan bünyemizi, İtalyan insanın karakterindeki rahatlık ve genişlik önce bir güzel afallatıyor.  Bir İtalyan arkadaşımızın dediği gibi: ‘il bel far niente’. Yani ‘bir şey yapmıyor olmanın hafifliği’ gibi bir anlamı var. İşte aynen böyleler desem abartmış olmam.

    Sokak müzisyenleri, sokak ressamları… Köprüler, heykeller, köprüler, heykeller…


    Tarihi mekanlar? Hangi birini söyleyeyim… Tarihçi ya da arkeolog değiliz sonuçta. Bu blog da ansiklopedik bilgiler sunan mecra değil. İşte ana yerler hakkında kısa kısa birkaç bilgi. Devamını eminim gitmeden kendin de araştırırsın.



    Colosseo: Kolezyum, Roma İmparatorluğu’nun altın çağında inşa edilmiş olup, hepimizin bildiği epic gladyatör dövüşlerinin, hayvan avlarının, eğlencelerin yapıldığı en büyük amfitiyatrodur kendisi. Çok ihtişamlı; “vay be” hissi…




    Palatino Tepesi: Roma’nın yedi tepesi arasında en merkezde yer alır ve tarihi kalıntıların en çok bulunduğu bölgedir.



    Roman Forum: Eski Roma’nın kalbi… Ticaret, ibadet, politik görüşmeler, söyleşiler, insanların şimdinin tabiriyle buluşma noktası, bildirilerin dağıtıldığı yer. Antiquarium, Titus Kemeri, Constantine ve Maxentius Bazilikası, Senato Binası, Rosta buradadır. Şehrin tam merkezinde. Şimdinin Roma’sı ve günlük hayatı bir yanında, eski Roma diğer tarafta değil; hepsi iç içe.




    Pantheon: Bütün halde olan en eski Roma binası olarak anılmakta olup, Eski Roma’da tüm Pagan tanrılarına adanmış bir tapınaktır. M.Ö. 27.yy’da Marcus Agrippa tarafından yaptırılmış, daha sonra İmparator Hadrian ise tamamen yeniden inşa ettirmiş. İtalyan kralları Vittorio Emanuele II ve Umberto I, ayrıca ünlü ressam Raphael de burada gömülüdür. 




    Şaşırtıcı ölçülerdeki kubbesini ve buradaki hiçbir anıta benzemeyen mimarisini görmeden Roma’dan ayrılmayın derim.









    Monumento a Vittorio Emanuele II:  Vittorio Emanuele Anıtı, beyaz mermerden inşa edilmiş olup, İtalyan’ların “beyaz diş” ya da “düğün pastası” dedikleri ve sevmedikleri bir anıt. Arkasındaki Roma tarihine tamamen yabancı ve onunla bağdaşmayan bir yapısı var. Ayrıksı ot gibi desem ağır kaçmaz sanırım.




    San Pietro in Vincoli: Bu küçük kilise neden bu kadar önemli? Efendim, Michelangelo'nun (ki çok severiz kendisini) "Musa" heykelini görmek için gidiyoruz. Heykele yaklaşık üç metreden daha fazla yaklaşamıyoruz, ancak yine de görmeye kesinlikle değer tabi. Bir de Musa heykelinin sakalına Michelangelo'nun kendi portresini imza niteliğinde yaptığı söyleniyor. Ama o mesafeden görmek mümkün olmayıp, bu bilgiye sahip olmanın boş gururunu yaşayarak gözlerimize ziyafet çektiriyoruz. Ama biliyoruz ki Michelangelo'nun eserleriyle ilgili asıl ziyafet Floransa'da -ki o seyahatimizin detaylarını da ilerideki zamanlarda paylaşırım:)









    Scalinata Trinita dei Monti: Bizdeki bilinen adıyla “İspanyol Merdivenleri”. Adını burada bulunan İspanya Konsolosluğu’ndan almıştır. Gidip de basamaklarına oturup, içkini yudumlayabileceğin yer. 









    Merdivenlerin tepesiden baktığında ise Roma'nın nefis manzarasını seyredebilirsin. Bu merdivenlerin yakınlarında ise Keats-Shelley Memorial House bulunur. İlgilenenlere... Ne yazık ki biz gidemedik; kapalıydı. 





    Yahudi Mahallesi: Buranın göbeğinde bulunan Piazza Mattei'deki cafelerde, restaurantlarda, Yahudi pastanelerinde çeşit çeşit börekler, kurabiyeler bizi bekliyordu. Eminim sizi de bekliyordur. Eski Yahudi yemeklerinin de tadına bakın derim. Şimdiden afiyet olsun.

    Piazza yani meydanlar, geniş meydanlar, havalı meydanlar ve çeşmeler… İstanbul’un meydansızlığını, insanların toplaşmasından bu denli korkan, ürken, tırsan politik yaklaşımları düşündükçe buradaki genişlik ve ferahlık hissiyatı seni de eminim kollarına alıp sarıp sarmalayacaktır. Otur, bakın, uzan, soluklan, kitap oku, sohbet et ya da sadece o an’da kal. Suyun şırıltısı, insanların cıvıltısı seni zaten bir yerlere kesin götürecektir. Tadını çıkar.

    Piazza Navona: Eski Roma’da iki tekerlekli arabaların yarışları için kullanılıyormuş. Bernini tarafından tasarlanmış üç barok çeşme burada. Fontana dei Quattro Fiumi (Dört Nehir Çeşmesi) ki o dönemin en ünlü dört nehri olan Ganj, Plata, Tuna ve Nil nehirleriyle dört kıtaıyı temsil ediyormuş. Fontana del Moro (Fas Çeşmesi), adından da anlaşılacağı gibi bir Faslıyla ilgili. Fontana del Nettuno (Neptün’ün Çeşmesi) ise deniz canavarlarıyla savaşan Neptün’ü göstermektedir. Bu güzelim çeşmeleri görmeden gitme derim. Muhteşemler:) 



    Piazza del Popolo: “Halk Meydanı” anlamında olup, aslında adını hemen yakınındaki Santa Maria del Popolo Kilisesi’nden alıyor. Meydanın ortasında Mısır’dan getirilen bir dikilitaş ve iç tarafları Bernini tarafından yapılmış olan Porto del Popolo kapıları var. Meydan dediğin böyle geniş olur beah!!!



    Piazza Venezia, Piazza S. Marco, Piazza della Rotonda, Piazza di Pietra,  Piazza del Campidoglio, Piazza di Spagna… Gez-gör-hisset derim.

    Fontana di Trevi: Dilek dilenip içine atılan bozuk paralar ve etrafındaki turist kalabalığı ile ünlü, nam-ı diğer “Aşk Çeşmesi”.  Şahsen ben para attım mı? Hayır. Evet, inançsızım; n’olmuş?

    Tiber Nehri kıyısında Trastevere’deki restoranlar ve cafe’ler… Sade, şık, rahat. Seç kendine göre bir yer. Balkonlarda, teraslarda, kıyıda, köşede, her yerde rengarenk çiçekler…

    Villa Borghese… Muhteşem bir park... (İç ses: Adamlar yapmış ve yaşamış; dağılın beyler.)


    Her yerde, her köşe başında, her meydanda görebileceğiniz Hintli satıcılar… Bir şey almadığınız zaman size “f.ck you”, hatta aldırmayan Arzu kişisine de “f.ck her, too” diye bağırabilecek kadar rahat ve kibar(!) Hintlilerin bulunduğu yer… Hatta İspanyol Merdivenlerinde birasını satın aldığı Hintli satıcının, Yudum’un “yapma!” ihtarına uymadan şişe kapağını ağzıyla açıp vermesi, bunu oldukça olağan bir şekilde yapması, Yudum’un eline şişeyi tutuşturması, Yudum’un içemediği biraya mı yoksa verdiği paraya mı yanması…

    Salaş trattaoria’lar (bizdeki esnaf ya da aile lokantaları diye düşünün) ve “Gelatieri” yani ev yapımı dondurma yapan dükkanlar ve inanılmaz lezzetteki meyveli dondurmaları… “Benim burada yediğim dondurmaysa, diğer ülke ve şehirlerde yediklerim ne?” Ancakkkk Maraş dondurmamızı bu kategoriye sokmuyorum. Ona laf yok. Bir de fotoğraf bekleme sevgili okuyucu. Zira dondurma yemekten hiç Gelatieri fotoğrafı çekmemişiz; çok acı... 

    Tabi ki espresso ve cappucino’nun merkezindeyiz ve kahve manyağı olan biz, kahve cennetindeyizJ Sade Türk kahvesi gözümde hep ve hala bir numara. Ona da laf yok.


    Campo di Fiori yani çiçek ve meyve pazarının rengarenk ortamı… Meyve dolu bardaklardan satın alıp etrafta dolaşmak tam bir keyif.



    2011 Temmuz’undaki bu seyahati neden mi yazdım ve devamını neden mi yazacağım? Hem kendime hem dileyene seyahat etmenin vazgeçilmez keyfini hatırlatmak için belki de.


    (Arzu)