3 Kasım 2012 Cumartesi

ROMA

“Roma’da 4 gün” diye başlayan bir film hayal ediyorum. Eminim o dört günde karakterlerin başından bir ömürlük olay geçerdi. İtalya’dasın yahu. Aşksa aşk, romantizmse romantizm, kültürse kültür, şarapsa şarap. Amma bu dört günde 12 saate yakın yol yürüyen bünyede hangi birini görmeye/yaşamaya/solumaya zaman kalır diye sormazlar mı adama? (Harbiden Yudum ne yürüdük be…) Demek ki Roma’ya bir kez de aşıkken gelmek lazım deyip film kıvamına yapış yapış bağlayayım.


Uçak yolculuğumuz sonrası Roma Termini Tren İstasyonu’ndan çıktığımızda hava hafiften kararmış. Termini’ye ulaşıp yaklaşık beş dakika uzaklıktaki hostelimize kendimizi ve kabin boyu bavullarımızı atıp bir an önce Roma sokaklarına dalmak istiyoruz. Her sokaktan tarih fışkırması, üzerimize serpintilerin gelmesi ve bundan asla ama asla korunmak istemeyen halet-i ruhiyemizi de yanımıza alıp yürümeye başlıyoruz.

Bizi ilk karşılayan elbette Roma İmparatorluğu ve Vatikan’ın tarih içindeki güçlü, kudretli, ağır, tok, ihtişamlı, estetik ve ezici havası oluyor. (Dip not: Vatikan’dan daha sonra bahsedilecek efendim.) Tarihi kendi avuçlarında tutmayı bilmiş, kendine güvende son noktaya ulaşmış bir şehir Roma. Ancak bu eski önemini herhalde artık yalnızca turistik açıdan yaşayan bir ruhu kalmış…
Zamanında faşizmin çok canlar yaktığı ülkenin başkentinin devlet binalarını gözünüze gözünüze sokmaması pek bir hoş.

Şen İtalyanca ile gün başlayıp gün bitiyor.


Vızır vızır Vespa’lar hangi birimizin içinde bir İtalyan film karesinin önde gelen bir karakteri olmaz ki? Alfa Romeo önceliği alır tabi. RespectJ

Mavi gömlek ve takım elbisenin bu kadar çok yakıştığı erkekler diyarı mı olur? Olur. Burada. Kırmızı ayakkabı ve siyah mini elbiselerle, Vespa’larına taktıkları evrak çantalarıyla, kasksız asla sürmeyen ve hızla giden güzel kadınlar bu kadar çok mu olur? Olur. Onlar da burada. Diyeceksin ki fotoğraf yok mu? Seni hayal gücünle baş başa bırakmayı uygun gördüm;)

Yaşadıkları yerin özelliklerini taşıdığına inanırım insanların. Şehrin estetiğinin ve insanların doğduklarından itibaren buradaki güzelliklerle çevrili olmaları, onların kılık-kıyafetlerine, yürüyüşlerine, yemeklerine, muhabbetlerine eşlik ediyor. Kısaca çirkinlerine bile yansıyan bu muazzam estetik anlayışın doğal bir şekilde her yeri kuşatan havasını soluyorsunuz. Ciğerleriniz bunun şaşkınlığı yaşayacak; dikkatJ

Garsonundan, çöpçüsüne, şoföründen, devlet memuruna herkesin taktığı kocaman, yüzün yarısını kaplayan –tabi ki- İtalyan marka gözlüklü insanlar… Burada.

İstanbul’un karmaşa ve koşturmacasına alışmış olan bünyemizi, İtalyan insanın karakterindeki rahatlık ve genişlik önce bir güzel afallatıyor.  Bir İtalyan arkadaşımızın dediği gibi: ‘il bel far niente’. Yani ‘bir şey yapmıyor olmanın hafifliği’ gibi bir anlamı var. İşte aynen böyleler desem abartmış olmam.

Sokak müzisyenleri, sokak ressamları… Köprüler, heykeller, köprüler, heykeller…


Tarihi mekanlar? Hangi birini söyleyeyim… Tarihçi ya da arkeolog değiliz sonuçta. Bu blog da ansiklopedik bilgiler sunan mecra değil. İşte ana yerler hakkında kısa kısa birkaç bilgi. Devamını eminim gitmeden kendin de araştırırsın.



Colosseo: Kolezyum, Roma İmparatorluğu’nun altın çağında inşa edilmiş olup, hepimizin bildiği epic gladyatör dövüşlerinin, hayvan avlarının, eğlencelerin yapıldığı en büyük amfitiyatrodur kendisi. Çok ihtişamlı; “vay be” hissi…




Palatino Tepesi: Roma’nın yedi tepesi arasında en merkezde yer alır ve tarihi kalıntıların en çok bulunduğu bölgedir.



Roman Forum: Eski Roma’nın kalbi… Ticaret, ibadet, politik görüşmeler, söyleşiler, insanların şimdinin tabiriyle buluşma noktası, bildirilerin dağıtıldığı yer. Antiquarium, Titus Kemeri, Constantine ve Maxentius Bazilikası, Senato Binası, Rosta buradadır. Şehrin tam merkezinde. Şimdinin Roma’sı ve günlük hayatı bir yanında, eski Roma diğer tarafta değil; hepsi iç içe.




Pantheon: Bütün halde olan en eski Roma binası olarak anılmakta olup, Eski Roma’da tüm Pagan tanrılarına adanmış bir tapınaktır. M.Ö. 27.yy’da Marcus Agrippa tarafından yaptırılmış, daha sonra İmparator Hadrian ise tamamen yeniden inşa ettirmiş. İtalyan kralları Vittorio Emanuele II ve Umberto I, ayrıca ünlü ressam Raphael de burada gömülüdür. 




Şaşırtıcı ölçülerdeki kubbesini ve buradaki hiçbir anıta benzemeyen mimarisini görmeden Roma’dan ayrılmayın derim.









Monumento a Vittorio Emanuele II:  Vittorio Emanuele Anıtı, beyaz mermerden inşa edilmiş olup, İtalyan’ların “beyaz diş” ya da “düğün pastası” dedikleri ve sevmedikleri bir anıt. Arkasındaki Roma tarihine tamamen yabancı ve onunla bağdaşmayan bir yapısı var. Ayrıksı ot gibi desem ağır kaçmaz sanırım.




San Pietro in Vincoli: Bu küçük kilise neden bu kadar önemli? Efendim, Michelangelo'nun (ki çok severiz kendisini) "Musa" heykelini görmek için gidiyoruz. Heykele yaklaşık üç metreden daha fazla yaklaşamıyoruz, ancak yine de görmeye kesinlikle değer tabi. Bir de Musa heykelinin sakalına Michelangelo'nun kendi portresini imza niteliğinde yaptığı söyleniyor. Ama o mesafeden görmek mümkün olmayıp, bu bilgiye sahip olmanın boş gururunu yaşayarak gözlerimize ziyafet çektiriyoruz. Ama biliyoruz ki Michelangelo'nun eserleriyle ilgili asıl ziyafet Floransa'da -ki o seyahatimizin detaylarını da ilerideki zamanlarda paylaşırım:)









Scalinata Trinita dei Monti: Bizdeki bilinen adıyla “İspanyol Merdivenleri”. Adını burada bulunan İspanya Konsolosluğu’ndan almıştır. Gidip de basamaklarına oturup, içkini yudumlayabileceğin yer. 









Merdivenlerin tepesiden baktığında ise Roma'nın nefis manzarasını seyredebilirsin. Bu merdivenlerin yakınlarında ise Keats-Shelley Memorial House bulunur. İlgilenenlere... Ne yazık ki biz gidemedik; kapalıydı. 





Yahudi Mahallesi: Buranın göbeğinde bulunan Piazza Mattei'deki cafelerde, restaurantlarda, Yahudi pastanelerinde çeşit çeşit börekler, kurabiyeler bizi bekliyordu. Eminim sizi de bekliyordur. Eski Yahudi yemeklerinin de tadına bakın derim. Şimdiden afiyet olsun.

Piazza yani meydanlar, geniş meydanlar, havalı meydanlar ve çeşmeler… İstanbul’un meydansızlığını, insanların toplaşmasından bu denli korkan, ürken, tırsan politik yaklaşımları düşündükçe buradaki genişlik ve ferahlık hissiyatı seni de eminim kollarına alıp sarıp sarmalayacaktır. Otur, bakın, uzan, soluklan, kitap oku, sohbet et ya da sadece o an’da kal. Suyun şırıltısı, insanların cıvıltısı seni zaten bir yerlere kesin götürecektir. Tadını çıkar.

Piazza Navona: Eski Roma’da iki tekerlekli arabaların yarışları için kullanılıyormuş. Bernini tarafından tasarlanmış üç barok çeşme burada. Fontana dei Quattro Fiumi (Dört Nehir Çeşmesi) ki o dönemin en ünlü dört nehri olan Ganj, Plata, Tuna ve Nil nehirleriyle dört kıtaıyı temsil ediyormuş. Fontana del Moro (Fas Çeşmesi), adından da anlaşılacağı gibi bir Faslıyla ilgili. Fontana del Nettuno (Neptün’ün Çeşmesi) ise deniz canavarlarıyla savaşan Neptün’ü göstermektedir. Bu güzelim çeşmeleri görmeden gitme derim. Muhteşemler:) 



Piazza del Popolo: “Halk Meydanı” anlamında olup, aslında adını hemen yakınındaki Santa Maria del Popolo Kilisesi’nden alıyor. Meydanın ortasında Mısır’dan getirilen bir dikilitaş ve iç tarafları Bernini tarafından yapılmış olan Porto del Popolo kapıları var. Meydan dediğin böyle geniş olur beah!!!



Piazza Venezia, Piazza S. Marco, Piazza della Rotonda, Piazza di Pietra,  Piazza del Campidoglio, Piazza di Spagna… Gez-gör-hisset derim.

Fontana di Trevi: Dilek dilenip içine atılan bozuk paralar ve etrafındaki turist kalabalığı ile ünlü, nam-ı diğer “Aşk Çeşmesi”.  Şahsen ben para attım mı? Hayır. Evet, inançsızım; n’olmuş?

Tiber Nehri kıyısında Trastevere’deki restoranlar ve cafe’ler… Sade, şık, rahat. Seç kendine göre bir yer. Balkonlarda, teraslarda, kıyıda, köşede, her yerde rengarenk çiçekler…

Villa Borghese… Muhteşem bir park... (İç ses: Adamlar yapmış ve yaşamış; dağılın beyler.)


Her yerde, her köşe başında, her meydanda görebileceğiniz Hintli satıcılar… Bir şey almadığınız zaman size “f.ck you”, hatta aldırmayan Arzu kişisine de “f.ck her, too” diye bağırabilecek kadar rahat ve kibar(!) Hintlilerin bulunduğu yer… Hatta İspanyol Merdivenlerinde birasını satın aldığı Hintli satıcının, Yudum’un “yapma!” ihtarına uymadan şişe kapağını ağzıyla açıp vermesi, bunu oldukça olağan bir şekilde yapması, Yudum’un eline şişeyi tutuşturması, Yudum’un içemediği biraya mı yoksa verdiği paraya mı yanması…

Salaş trattaoria’lar (bizdeki esnaf ya da aile lokantaları diye düşünün) ve “Gelatieri” yani ev yapımı dondurma yapan dükkanlar ve inanılmaz lezzetteki meyveli dondurmaları… “Benim burada yediğim dondurmaysa, diğer ülke ve şehirlerde yediklerim ne?” Ancakkkk Maraş dondurmamızı bu kategoriye sokmuyorum. Ona laf yok. Bir de fotoğraf bekleme sevgili okuyucu. Zira dondurma yemekten hiç Gelatieri fotoğrafı çekmemişiz; çok acı... 

Tabi ki espresso ve cappucino’nun merkezindeyiz ve kahve manyağı olan biz, kahve cennetindeyizJ Sade Türk kahvesi gözümde hep ve hala bir numara. Ona da laf yok.


Campo di Fiori yani çiçek ve meyve pazarının rengarenk ortamı… Meyve dolu bardaklardan satın alıp etrafta dolaşmak tam bir keyif.



2011 Temmuz’undaki bu seyahati neden mi yazdım ve devamını neden mi yazacağım? Hem kendime hem dileyene seyahat etmenin vazgeçilmez keyfini hatırlatmak için belki de.


(Arzu)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder