25 Aralık 2012 Salı

STUTTGART




Bu sefer Rüzgar Gibiyiz Kardeşimden, Arzu’dan ayrı yollara düşme zamanı…8-12 Ekim arası Stuttgart’a gidiyorum okuldan arkadaşlarla. Serde gezginlik var ya, bakalım 5 güne neler sığacak?
Pazartesi sabah Stuttgart havalimanındayız. İlk hedef otele nasıl varılacak. Turizm Danışmadan harita alınır, metro sistemi öğrenilir, biletler alınır vs. İstanbul’da yaşamanın bilgisi S-Bahn ve U-Bahn hatları, aktarmalar, bileti okutmalarda işlerimizi kolaylaştırıyor. Ne güzel, bir şehrin haritası elindeyken gezgin ruhunun canlanması ve sana eşlik eden arkadaşlarının olması.  Otele yerleştikten sonra  gayet insani bir açlıkla yemek yemeye odaklanmış bir halde yollara düşüyoruz. Burası Stuttgart’ın  kuzey mahallesi. O kadar sakin, temiz ve düzenli. Tepeden aşağı bakınca şehrin kalbinin attığını duyuyoruz.  Günlük hayatın tam ortasındayız. Mahalle marketi,  gençlerin neşeli kaldırım sohbetleri,  işinde gücünde insanların yüzlerindeki durgunluk. Telaş yok burada. Gökyüzü tanrısı meterolojiye inat güneşi ve ılık havayı esirgemiyor bizden. Taze bakışlarımıza mis gibi döner kokusu katılıyor. Döner! Yediğim en lezzetli ve en kocaman dürüm döner  bu!



Stuttgart  Almanya’nın 6.büyük kenti ve Baden-Württemberg eyaletinin başkenti. Sanayi şehri olması nedeniyle oldukça fazla Türk var, özellikle Bad Cannstatt bölgesinde.  2. Dünya savaşında en yoğun bombalanan şehirlerden biri olduğu için çok fazla eski yapı yok.  Şehrin yeniden inşasında mimarlar, şehir planlamacıları ortak bir kararla hem eskiyi hem yeniyi bir arada barındıran bir yaklaşım sergilemişler. Bu yüzden şehrin bir tarafında Kraliyet Sarayının devasalığı göze çarparken biraz ileride çok modern bir müze sizi kendine çekebiliyor.  Opera, Tiyatro, Resim Galerisi, Müzeler hepsi aynı ana cadde üzerinde sıralanmış; üstelik hepsi tren garına yakın ve dinlenme molası verebileceğiniz çok hoş bir park var. O parkın bitiminde her güzel şehirde olduğu gibi yine geniş bir meydanlar, o meydanı şenlendiren insanlar. Evet, burada insanlar hem sakin hem neşeli. Ya da ben sakin-neşeli olduğum için mi?  Bir de 1956’da yapılan ilk TV kulesi var ki sonraki kuleler için prototip olmuş.  



Normal şartlarda bir şehri yaşayacaksam/anlatacaksam kokusu, ışığı, sokakları ve müzeleri ön planda olur. Şimdi itiraf zamanı : Stuttgart beni en çok Cannstatter Volksfest ile heyecanlandırdı, daha gelmeden üstelik. Volksfest, nam-ı diğer Wasen. Ya da hadi daha açıkçası Bira Festivali ! Eylül sonu başlayan ve Ekim ayının ikinci Pazar gününe kadar süren, Münih’teki Octoberfest’ten sonra dünyanın en büyük bira festivali.  2006 yılında 4.2 milyon insan gelmiş. Varın siz hesaplayın artık. Yerel Bira Tadım Ustası Yudum daha ne ister ! Akşam saat 18:00 gibi Türk’ü, Alman’ı, İtalyan’ı, Polonyalı’sı ve Bulgar’ıyla bir tümen birasever festival alanına giriyoruz. Önce kısa süreli bir hayalkırıklığı: Lunapark yahu burası L Ama değilmiş işte. Lunapark ve daha fazlası. 


Geniş bir alana kurulu festival alanı lunapark ve Almanların deyimiyle çadırlardan oluşuyor. Çadır dediklerine bakmayın, çok büyük kulübeler var sağlı sollu. Her kulübenin önünde içeri girip geleneksel  Swabian yemeği yemek ve bira içmek için sıra bekleyen insanlar ya da içeri girme şansını yakalayıp da dışarıda ellerinde biralarla sohbet eden insanlarla dolu. Bu birasever insanların tiplerinden ve içerden gelen müzikle hangi kulübenin size uygun olduğunu anlayabiliyorsunuz. Benim gönlüm gençlerden yana idi fakat ne acı ki bizim tümen daha sakin bir yeri tercih etti.  Şimdi kulübe dediğime aldanmamak lazım, her kulübenin büyüklüğü bizim Taksim Gezi Parkı genişliğinde neredeyse. İçeriye ilk giriş anı muhteşem: Sonunu göremediğiniz bir insan kalabalığı, çoğunluğu masaların üstünde ve ellerinde devasa (1 litrelik) bira bardaklarıyla canlı müziğe eşlik edip, şarkılar söyleyip, dans ediyorlar. Almanlara karşı önyargımın yıkıldığı an bu andır. Bu kadar mı güzel içilir ve eğlenilir. Bu kadar mı güzel içerim (evet, o 1 litrelik biralardan içildi!) ve eğlenirim. 


Artık biranın mı etkisiyle yoksa ortak neşe rüzgarıyla mı kendimi kah çarpışan otolarda, kah dönme dolapta (60Metre yüksekliğinde) kah elma şekeri yerken buluyorum.



Ertesi gün Stuttgart şaşırtmaya devam ediyor.  Ehliyetini hala Emniyet Müdürlüğünden almamış ve yan koltukta otururken bile araba kullananın yerine yorulan ve gerilen bir tip olarak arabalarla ilişkim BMW sever olmanın ötesine geçmemiştir. BMW ‘nin de öyle motor gücü, sürüş kolaylığı vb. değil, tipi hoşuma gider. Ama işte Mercedes-Benz ve Porche’nin yuvasındayız.  Ve ben Mercedes_Benz müzesinin önündeyim. 




























Şöyle bir bakar çıkarım diye düşünüyorum. Tabii!  Öncelikle  2006’da kurulan müze modern mimarinin en güzel örneklerinden biri .  Daha girer girmez sizi 2013 model kırmızı ve beyaz spor arabalar karşılıyor. Vayyy…heyecanlanıyorum. 



Rehberinizle birlikte en üst kattan başlayarak zaman içinde yolculuğa başlıyorsunuz. Platformlarda ilk otomobil örnekleri, duvarlarda dünya tarihindeki önemli olaylar kronolojik sırayla ilerliyor.  




Işıltılar, renkler, direksiyonlar, vitesler, farlar, paneller, motorlar derken bir bakıyorum nefesim kesiliyor. Anladım bir otomobil, otomobilden fazlasıymış.Otomobil güzel şeymiş. Kimbilir kullanması ne güzeldir! Tez vakitte o ehliyet alına, yollara çıkıla!













Sevgili Stuttgart, biliyorum mutlaka  daha çok anlatılacak özelliğin vardır. Daha Königstrasse’nde uzun uzun yürüyüp, vitrinlere bakmak,  Kunstmuseum’un cafesinde mola verip dışarıyı izlemek,  Porche Müzesinin yanındaki cam bölmeden üretim bandından geçen taze bir Porche görmek, bit pazarında dolaşıp plaklar satın almak, meşhur operanda bir temsil izlemek, TV kulesine çıkıp seni seyreyleyip tüm bunları da yazmak vardı ama…bir dahaki sefere diyorum…Teşekkürler neşen ve hınzırlığın için.




























Hiç yorum yok:

Yorum Gönder