Bu
sefer Rüzgar Gibiyiz Kardeşimden, Arzu’dan ayrı yollara düşme zamanı…8-12 Ekim
arası Stuttgart’a gidiyorum okuldan arkadaşlarla. Serde gezginlik var ya,
bakalım 5 güne neler sığacak?
Pazartesi
sabah Stuttgart havalimanındayız. İlk hedef otele nasıl varılacak. Turizm
Danışmadan harita alınır, metro sistemi öğrenilir, biletler alınır vs.
İstanbul’da yaşamanın bilgisi S-Bahn ve U-Bahn hatları, aktarmalar, bileti
okutmalarda işlerimizi kolaylaştırıyor. Ne güzel, bir şehrin haritası
elindeyken gezgin ruhunun canlanması ve sana eşlik eden arkadaşlarının
olması. Otele yerleştikten sonra gayet insani bir açlıkla yemek yemeye
odaklanmış bir halde yollara düşüyoruz. Burası Stuttgart’ın kuzey mahallesi. O kadar sakin, temiz ve
düzenli. Tepeden aşağı bakınca şehrin kalbinin attığını duyuyoruz. Günlük hayatın tam ortasındayız. Mahalle
marketi, gençlerin neşeli kaldırım
sohbetleri, işinde gücünde insanların
yüzlerindeki durgunluk. Telaş yok burada. Gökyüzü tanrısı meterolojiye inat
güneşi ve ılık havayı esirgemiyor bizden. Taze bakışlarımıza mis gibi döner
kokusu katılıyor. Döner! Yediğim en lezzetli ve en kocaman dürüm döner bu!
Stuttgart Almanya’nın 6.büyük kenti ve
Baden-Württemberg eyaletinin başkenti. Sanayi şehri olması nedeniyle oldukça
fazla Türk var, özellikle Bad Cannstatt bölgesinde. 2. Dünya savaşında en yoğun bombalanan
şehirlerden biri olduğu için çok fazla eski yapı yok. Şehrin yeniden inşasında mimarlar, şehir
planlamacıları ortak bir kararla hem eskiyi hem yeniyi bir arada barındıran bir
yaklaşım sergilemişler. Bu yüzden şehrin bir tarafında Kraliyet Sarayının
devasalığı göze çarparken biraz ileride çok modern bir müze sizi kendine
çekebiliyor. Opera, Tiyatro, Resim
Galerisi, Müzeler hepsi aynı ana cadde üzerinde sıralanmış; üstelik hepsi tren
garına yakın ve dinlenme molası verebileceğiniz çok hoş bir park var. O parkın
bitiminde her güzel şehirde olduğu gibi yine geniş bir meydanlar, o meydanı
şenlendiren insanlar. Evet, burada insanlar hem sakin hem neşeli. Ya da ben
sakin-neşeli olduğum için mi? Bir de
1956’da yapılan ilk TV kulesi var ki sonraki kuleler için prototip olmuş.
Normal
şartlarda bir şehri yaşayacaksam/anlatacaksam kokusu, ışığı, sokakları ve
müzeleri ön planda olur. Şimdi itiraf zamanı : Stuttgart beni en çok
Cannstatter Volksfest ile heyecanlandırdı, daha gelmeden üstelik. Volksfest,
nam-ı diğer Wasen. Ya da hadi daha açıkçası Bira Festivali ! Eylül sonu
başlayan ve Ekim ayının ikinci Pazar gününe kadar süren, Münih’teki Octoberfest’ten
sonra dünyanın en büyük bira festivali. 2006
yılında 4.2 milyon insan gelmiş. Varın siz hesaplayın artık. Yerel Bira Tadım
Ustası Yudum daha ne ister ! Akşam saat 18:00 gibi Türk’ü, Alman’ı, İtalyan’ı,
Polonyalı’sı ve Bulgar’ıyla bir tümen birasever festival alanına giriyoruz.
Önce kısa süreli bir hayalkırıklığı: Lunapark yahu burası L Ama değilmiş işte. Lunapark ve daha
fazlası.
Geniş bir alana kurulu festival alanı lunapark ve Almanların deyimiyle
çadırlardan oluşuyor. Çadır dediklerine bakmayın, çok büyük kulübeler var sağlı
sollu. Her kulübenin önünde içeri girip geleneksel Swabian yemeği yemek ve bira içmek için sıra
bekleyen insanlar ya da içeri girme şansını yakalayıp da dışarıda ellerinde
biralarla sohbet eden insanlarla dolu. Bu birasever insanların tiplerinden ve
içerden gelen müzikle hangi kulübenin size uygun olduğunu anlayabiliyorsunuz.
Benim gönlüm gençlerden yana idi fakat ne acı ki bizim tümen daha sakin bir
yeri tercih etti. Şimdi kulübe dediğime
aldanmamak lazım, her kulübenin büyüklüğü bizim Taksim Gezi Parkı genişliğinde
neredeyse. İçeriye ilk giriş anı muhteşem: Sonunu göremediğiniz bir insan
kalabalığı, çoğunluğu masaların üstünde ve ellerinde devasa (1 litrelik) bira
bardaklarıyla canlı müziğe eşlik edip, şarkılar söyleyip, dans ediyorlar.
Almanlara karşı önyargımın yıkıldığı an bu andır. Bu kadar mı güzel içilir ve
eğlenilir. Bu kadar mı güzel içerim (evet, o 1 litrelik biralardan içildi!) ve
eğlenirim.
Artık biranın mı etkisiyle
yoksa ortak neşe rüzgarıyla mı kendimi kah çarpışan otolarda, kah dönme dolapta
(60Metre yüksekliğinde) kah elma şekeri yerken buluyorum.
Ertesi
gün Stuttgart şaşırtmaya devam ediyor.
Ehliyetini hala Emniyet Müdürlüğünden almamış ve yan koltukta otururken
bile araba kullananın yerine yorulan ve gerilen bir tip olarak arabalarla ilişkim
BMW sever olmanın ötesine geçmemiştir. BMW ‘nin de öyle motor gücü, sürüş
kolaylığı vb. değil, tipi hoşuma gider. Ama işte Mercedes-Benz ve Porche’nin
yuvasındayız. Ve ben Mercedes_Benz
müzesinin önündeyim.
Şöyle bir bakar
çıkarım diye düşünüyorum. Tabii! Öncelikle
2006’da kurulan müze modern mimarinin en
güzel örneklerinden biri . Daha girer
girmez sizi 2013 model kırmızı ve beyaz spor arabalar karşılıyor. Vayyy…heyecanlanıyorum.
Rehberinizle birlikte en üst kattan başlayarak zaman içinde yolculuğa başlıyorsunuz.
Platformlarda ilk otomobil örnekleri, duvarlarda dünya tarihindeki önemli
olaylar kronolojik sırayla ilerliyor.
Işıltılar, renkler, direksiyonlar, vitesler,
farlar, paneller, motorlar derken bir bakıyorum nefesim kesiliyor. Anladım bir
otomobil, otomobilden fazlasıymış.Otomobil güzel şeymiş. Kimbilir kullanması ne
güzeldir! Tez vakitte o ehliyet alına, yollara çıkıla!
Sevgili
Stuttgart, biliyorum mutlaka daha çok
anlatılacak özelliğin vardır. Daha Königstrasse’nde uzun uzun yürüyüp, vitrinlere
bakmak, Kunstmuseum’un cafesinde mola
verip dışarıyı izlemek, Porche Müzesinin
yanındaki cam bölmeden üretim bandından geçen taze bir Porche görmek, bit
pazarında dolaşıp plaklar satın almak, meşhur operanda bir temsil izlemek, TV
kulesine çıkıp seni seyreyleyip tüm bunları da yazmak vardı ama…bir dahaki
sefere diyorum…Teşekkürler neşen ve hınzırlığın için.