Temmuz'da yaptığımız Avrupa seyahatimizin ilk ayağı olan Basel'i anlatırken, sıradaki yazımızın Freiburg olacağını belirtmiştik ama bu biraz bekleyecek. Zira Ağustos'ta ziyaret edilen Antakya haklı önceliği aldı. O halde başlayalım: Antakya ya da "Ayazda Kalmış Şehir".
Sıcağı sıcağına yazmak lazım.
Coğrafyanın Amik Ovası, güneyde, Lübnan'dan doğup Hatay üzerinden Akdeniz'e dökülen ters nehri, Asi ve şehre abilik yapan Neccar Dağı. Hristiyanlığın Kudüs'ten sonra ilk yayıldığı bölge burası. Hatta Christians 'toplananlar' demekmiş ve ilk defa burada telaffuz edilmiş. Dünyanın ilk mağara kilisesi St. Pierre. Anadolu'daki ilk cami:Habib-i Neccar. Habib-i Neccar daha sonra Kuran'da da bahsedilen Hz.İsa'ya ilk inanan Müslüman olarak biliniyor. Ve tabii kıymeti bilinenemiş güzelim mozaikler. Yıllardır görme hayali kurduğum Antakya Mozaik Müzesi'nin Asi'ye bakan bahçe tarafında mozaikleri görüyorum. Nasıl ya? Gün ışığı... Dışarıdalar. Binlerce yıla direnen taşlar 'muhteşem' bir 'restorasyon 'sonucu nasıl da sergilenemiyorlar. Nasıl da korunamıyorlar. ( İnsanı koruyamıyoruz ki!) Gerekçe, yeni müze binasına taşınacaklar. Bu yüzden bazı salonlar kapalı bazılarında ise genç arkeologlarımız çalışıyorlar. Salon 3: Uzun bir masada karşılıklı oturup önlerindeki çömleği temizleyen iki genç. Birinin yüzünde şefkat, ellerinde eldiven; diğeri çıplak elleriyle nasıl hoyrat. Bilemedim. Üstelik o mozaiklerin, çömleklerin, mezar taşlarının, lahitlerin binlerce yıllık şahitlikleri, tanışıklıkları, hatırları var. Çoğunluğu şimdi derme çatma cafe, restaurantla dolu Defne nam-ı diğer Harbiye'den çıkarılmışlar. Defne ki Roma döneminin ileri gelenlerinin villalarının olduğu defne ağaçları ve şelaleler ile meşhur mesire yeri. Ne garip, şimdi hediyelik eşya satan tezgahlarda halı dokumalarda, porselen tabaklarda Deniz Gezmiş'in, Ahmet Kaya'nın, Yılmaz Güney'in hatta Esad'ın portrelerini görebiliyorsun.
Tabii bir de yine Gezi, hep Gezi. Abdo Can Şelalesi, Duran Adam Yokuşu, Çapulcular Sokağı yazan tabelalar. Hınzırsın Antakya.
Bir o kadar canı yanmış. Adana üzerinden gelirken tabelalara bakıyorum. Reyhanlı. Halep. Çok değil 50 km ötede savaş var.
Uzun Çarşıya girmeden etraftakilere Armutlu'yu soruyorum. Tarif bekliyorum; istiyorum ki yakın olsun, hemen bir gideyim, bir çay içimlik olsa bile. Zaman yok. Uzun Çarşı'da Çınaraltı'nda çay içiyorum. Kimileri künefe yemekte, kimileri ikindi namazı için şadırvanda abdest almakta, kimileri alışverişte. Gün ışığıma bırakılmış mozaikler gibi insanlar. Savaşa/direnişe hem bu kadar yakın olmak hem de şehrin tam kalbine saplanmış ve sonrasında çıkarılmış hala kanayan ve kapanmayan iki bıçak yarası: Abdullah Cömert, Ali İsmail Korkmaz. Armutlu barikatları, duvar yazıları, yoksulluk, yoksunluk hâli. Hep acılar üzerinden 'görmüş geçirmişlik' hâli. Artık görüp geçirmesen???
Çok güneydeyim bu sefer. Ama kalbim kuzeyde kalmış gibi bu şehirde. Bilmezdim Antakya'nın böylesine ayazda kalmış bir yürek olduğunu ama bildim: Antakya'yı yalnız bırakmamak lazım, hohlamak lazım sıcak nefeslerimizi...
28 Ağustos 2013
-Yudum-
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder