“Roma’da 4 gün” diye başlayan bir film hayal ediyorum. Eminim o dört
günde karakterlerin başından bir ömürlük olay geçerdi. İtalya’dasın yahu. Aşksa
aşk, romantizmse romantizm, kültürse kültür, şarapsa şarap. Amma bu dört günde 12 saate
yakın yol yürüyen bünyede hangi birini görmeye/yaşamaya/solumaya zaman kalır diye
sormazlar mı adama? (Harbiden Yudum ne yürüdük be…) Demek ki Roma’ya bir kez de
aşıkken gelmek lazım deyip film kıvamına yapış yapış bağlayayım.
Uçak yolculuğumuz sonrası Roma Termini Tren İstasyonu’ndan çıktığımızda
hava hafiften kararmış. Termini’ye ulaşıp yaklaşık beş dakika uzaklıktaki
hostelimize kendimizi ve kabin boyu bavullarımızı atıp bir an önce Roma
sokaklarına dalmak istiyoruz. Her sokaktan tarih fışkırması, üzerimize
serpintilerin gelmesi ve bundan asla ama asla korunmak istemeyen halet-i
ruhiyemizi de yanımıza alıp yürümeye başlıyoruz.
Bizi ilk karşılayan elbette Roma İmparatorluğu ve Vatikan’ın tarih
içindeki güçlü, kudretli, ağır, tok, ihtişamlı, estetik ve ezici havası oluyor.
(Dip not: Vatikan’dan daha sonra bahsedilecek efendim.) Tarihi kendi
avuçlarında tutmayı bilmiş, kendine güvende son noktaya ulaşmış bir şehir Roma.
Ancak bu eski önemini herhalde artık yalnızca turistik açıdan yaşayan bir ruhu
kalmış…
Zamanında faşizmin çok canlar yaktığı ülkenin başkentinin devlet binalarını
gözünüze gözünüze sokmaması pek bir hoş.
Şen İtalyanca ile gün başlayıp gün bitiyor.
Vızır vızır Vespa’lar hangi birimizin içinde bir İtalyan film karesinin
önde gelen bir karakteri olmaz ki? Alfa Romeo önceliği alır tabi. RespectJ
Mavi gömlek ve takım elbisenin bu kadar çok yakıştığı erkekler diyarı mı
olur? Olur. Burada. Kırmızı ayakkabı ve siyah mini elbiselerle, Vespa’larına taktıkları
evrak çantalarıyla, kasksız asla sürmeyen ve hızla giden güzel kadınlar bu
kadar çok mu olur? Olur. Onlar da burada. Diyeceksin ki fotoğraf yok mu? Seni hayal gücünle baş başa bırakmayı uygun gördüm;)
Yaşadıkları yerin özelliklerini taşıdığına inanırım insanların. Şehrin
estetiğinin ve insanların doğduklarından itibaren buradaki güzelliklerle
çevrili olmaları, onların kılık-kıyafetlerine, yürüyüşlerine, yemeklerine,
muhabbetlerine eşlik ediyor. Kısaca çirkinlerine bile yansıyan bu muazzam
estetik anlayışın doğal bir şekilde her yeri kuşatan havasını soluyorsunuz.
Ciğerleriniz bunun şaşkınlığı yaşayacak; dikkatJ
Garsonundan, çöpçüsüne, şoföründen, devlet memuruna herkesin taktığı
kocaman, yüzün yarısını kaplayan –tabi ki- İtalyan marka gözlüklü insanlar…
Burada.
İstanbul’un karmaşa ve koşturmacasına alışmış olan bünyemizi, İtalyan insanın
karakterindeki rahatlık ve genişlik önce bir güzel afallatıyor. Bir İtalyan arkadaşımızın dediği gibi: ‘il bel
far niente’. Yani ‘bir şey yapmıyor olmanın hafifliği’ gibi bir anlamı var.
İşte aynen böyleler desem abartmış olmam.
Sokak müzisyenleri, sokak ressamları… Köprüler, heykeller, köprüler, heykeller…
Tarihi mekanlar? Hangi birini söyleyeyim… Tarihçi ya da arkeolog
değiliz sonuçta. Bu blog da ansiklopedik bilgiler sunan mecra değil. İşte ana
yerler hakkında kısa kısa birkaç bilgi. Devamını eminim gitmeden kendin de araştırırsın.
Colosseo: Kolezyum, Roma İmparatorluğu’nun altın çağında inşa edilmiş olup, hepimizin bildiği epic gladyatör dövüşlerinin, hayvan avlarının, eğlencelerin yapıldığı en büyük amfitiyatrodur kendisi. Çok ihtişamlı; “vay be” hissi…
Palatino Tepesi: Roma’nın yedi tepesi arasında en merkezde yer alır ve tarihi kalıntıların en çok bulunduğu bölgedir.
Roman Forum: Eski Roma’nın kalbi… Ticaret, ibadet, politik görüşmeler, söyleşiler, insanların şimdinin tabiriyle buluşma noktası, bildirilerin dağıtıldığı yer. Antiquarium, Titus Kemeri, Constantine ve Maxentius Bazilikası, Senato Binası, Rosta buradadır. Şehrin tam merkezinde. Şimdinin Roma’sı ve günlük hayatı bir yanında, eski Roma diğer tarafta değil; hepsi iç içe.
Pantheon: Bütün halde olan en eski Roma binası olarak anılmakta olup, Eski Roma’da tüm Pagan tanrılarına adanmış bir tapınaktır. M.Ö. 27.yy’da Marcus Agrippa tarafından yaptırılmış, daha sonra İmparator Hadrian ise tamamen yeniden inşa ettirmiş. İtalyan kralları Vittorio Emanuele II ve Umberto I, ayrıca ünlü ressam Raphael de burada gömülüdür.
Şaşırtıcı ölçülerdeki kubbesini ve buradaki hiçbir anıta benzemeyen mimarisini görmeden Roma’dan ayrılmayın derim.
Monumento a Vittorio Emanuele II: Vittorio Emanuele Anıtı, beyaz mermerden inşa edilmiş olup, İtalyan’ların “beyaz diş” ya da “düğün pastası” dedikleri ve sevmedikleri bir anıt. Arkasındaki Roma tarihine tamamen yabancı ve onunla bağdaşmayan bir yapısı var. Ayrıksı ot gibi desem ağır kaçmaz sanırım.
San Pietro in Vincoli: Bu küçük kilise neden bu kadar önemli? Efendim, Michelangelo'nun (ki çok severiz kendisini) "Musa" heykelini görmek için gidiyoruz. Heykele yaklaşık üç metreden daha fazla yaklaşamıyoruz, ancak yine de görmeye kesinlikle değer tabi. Bir de Musa heykelinin sakalına Michelangelo'nun kendi portresini imza niteliğinde yaptığı söyleniyor. Ama o mesafeden görmek mümkün olmayıp, bu bilgiye sahip olmanın boş gururunu yaşayarak gözlerimize ziyafet çektiriyoruz. Ama biliyoruz ki Michelangelo'nun eserleriyle ilgili asıl ziyafet Floransa'da -ki o seyahatimizin detaylarını da ilerideki zamanlarda paylaşırım:)
Scalinata Trinita dei Monti: Bizdeki bilinen adıyla “İspanyol
Merdivenleri”. Adını burada bulunan İspanya Konsolosluğu’ndan almıştır. Gidip
de basamaklarına oturup, içkini yudumlayabileceğin yer.
Merdivenlerin tepesiden baktığında ise Roma'nın nefis manzarasını seyredebilirsin. Bu merdivenlerin yakınlarında ise Keats-Shelley Memorial House bulunur. İlgilenenlere... Ne yazık ki biz gidemedik; kapalıydı.
Yahudi Mahallesi: Buranın göbeğinde bulunan Piazza Mattei'deki cafelerde, restaurantlarda, Yahudi pastanelerinde çeşit çeşit börekler, kurabiyeler bizi bekliyordu. Eminim sizi de bekliyordur. Eski Yahudi yemeklerinin de tadına bakın derim. Şimdiden afiyet olsun.
Piazza yani meydanlar, geniş meydanlar, havalı meydanlar ve çeşmeler…
İstanbul’un meydansızlığını, insanların toplaşmasından bu denli korkan, ürken,
tırsan politik yaklaşımları düşündükçe buradaki genişlik ve ferahlık hissiyatı
seni de eminim kollarına alıp sarıp sarmalayacaktır. Otur, bakın, uzan,
soluklan, kitap oku, sohbet et ya da sadece o an’da kal. Suyun şırıltısı, insanların
cıvıltısı seni zaten bir yerlere kesin götürecektir. Tadını çıkar.
Piazza Navona: Eski Roma’da iki tekerlekli arabaların yarışları için kullanılıyormuş.
Bernini tarafından tasarlanmış üç barok çeşme burada. Fontana dei Quattro Fiumi
(Dört Nehir Çeşmesi) ki o dönemin en ünlü dört nehri olan Ganj, Plata, Tuna ve Nil nehirleriyle dört kıtaıyı temsil ediyormuş. Fontana del Moro (Fas Çeşmesi), adından da
anlaşılacağı gibi bir Faslıyla ilgili. Fontana del Nettuno (Neptün’ün Çeşmesi)
ise deniz canavarlarıyla savaşan Neptün’ü göstermektedir. Bu güzelim çeşmeleri
görmeden gitme derim. Muhteşemler:)
Piazza del Popolo: “Halk Meydanı” anlamında olup, aslında adını hemen
yakınındaki Santa Maria del Popolo Kilisesi’nden alıyor. Meydanın ortasında
Mısır’dan getirilen bir dikilitaş ve iç tarafları Bernini tarafından yapılmış
olan Porto del Popolo kapıları var. Meydan dediğin böyle geniş olur beah!!!
Piazza Venezia, Piazza S. Marco, Piazza della Rotonda, Piazza di Pietra,
Piazza del Campidoglio, Piazza di Spagna…
Gez-gör-hisset derim.
Fontana di Trevi: Dilek dilenip içine atılan bozuk paralar ve
etrafındaki turist kalabalığı ile ünlü, nam-ı diğer “Aşk Çeşmesi”. Şahsen ben para attım mı? Hayır. Evet,
inançsızım; n’olmuş?
Tiber Nehri kıyısında Trastevere’deki restoranlar ve cafe’ler… Sade,
şık, rahat. Seç kendine göre bir yer. Balkonlarda, teraslarda, kıyıda, köşede,
her yerde rengarenk çiçekler…
Villa Borghese… Muhteşem bir park... (İç ses: Adamlar yapmış ve
yaşamış; dağılın beyler.)
Her yerde, her köşe başında, her meydanda görebileceğiniz Hintli
satıcılar… Bir şey almadığınız zaman size “f.ck you”, hatta aldırmayan Arzu
kişisine de “f.ck her, too” diye bağırabilecek kadar rahat ve kibar(!)
Hintlilerin bulunduğu yer… Hatta İspanyol Merdivenlerinde birasını satın aldığı
Hintli satıcının, Yudum’un “yapma!” ihtarına uymadan şişe kapağını ağzıyla açıp
vermesi, bunu oldukça olağan bir şekilde yapması, Yudum’un eline şişeyi
tutuşturması, Yudum’un içemediği biraya mı yoksa verdiği paraya mı yanması…
Salaş trattaoria’lar (bizdeki esnaf ya da aile lokantaları diye
düşünün) ve “Gelatieri” yani ev yapımı dondurma yapan dükkanlar ve inanılmaz
lezzetteki meyveli dondurmaları… “Benim burada yediğim dondurmaysa, diğer ülke
ve şehirlerde yediklerim ne?” Ancakkkk Maraş dondurmamızı bu kategoriye sokmuyorum. Ona laf yok. Bir de fotoğraf bekleme sevgili okuyucu. Zira dondurma yemekten hiç Gelatieri fotoğrafı çekmemişiz; çok acı...
Tabi ki espresso ve cappucino’nun merkezindeyiz ve kahve manyağı olan
biz, kahve cennetindeyizJ Sade Türk kahvesi
gözümde hep ve hala bir numara. Ona da laf yok.
Campo di Fiori yani çiçek ve meyve pazarının rengarenk ortamı… Meyve dolu
bardaklardan satın alıp etrafta dolaşmak tam bir keyif.
2011 Temmuz’undaki bu seyahati neden mi yazdım ve devamını neden mi
yazacağım? Hem kendime hem dileyene seyahat etmenin vazgeçilmez keyfini
hatırlatmak için belki de.
(Arzu)